top of page
  • LinkedIn - Black Circle
  • Facebook - Black Circle
  • Twitter - Black Circle
  • Instagram - Black Circle
  • Google+ - Black Circle
  • YouTube - Black Circle
Featured Posts

Sisifos Olma Kendin Ol, Böyle Çok Daha Güzelsin...



Bizimkisi modern bir Sisifos Hikayesi, siyah beyaz film gibi biraz….demiştim bir önceki yazımda, ve devamını yazacağımı söylemiştim. hatırlarsanız. (Buradan o yazıma ulaşabilirsiniz)


Bahsettiğim kavramları biraz açmak istedim bu yazımda izninizle.

Gerçekten de bizler, modern Sisifos'a mı dönüşüyoruz, beyhude çabalarla? Her sabah o taşı dağın tepesine kadar taşıyıp, akşam yatmadan önce ben bugün hiç bir şey yapmamışım hissiyle mı kapıyoruz gözlerimizi yarına? Peki o taş ne sizin için? Ve yarın sabah aynı şey mi? Bir dakika hemen durduruyorum sizi izninizle. Hadi biraz soluk alalım, biraz beyin kıvrımlarımız işe yarasın birazcık düşünelim ne dersiniz? Yapabilirsiniz, inanıyorum:)

“Yaşamın en büyük engeli, yarına bel bağlayıp bugünü çöpe atan beklentidir.” – Seneca

İş yerlerimizde tatilden daha mutlu olamam tabii ki, tatilde çok mutluyum hatta çalışmamın asıl amacı tatil yapabilmek diyorsanız şaşırmaya hazır olun. Şaşırmak güzel şey, insana özgü:) Tatil öncesi o heyecan, o bilinmezlikle bizler çok büyük beklentilere giriyoruz, öyle değil mi? Alışveriş gibi yolculuk da beklenti temelli. Yeni yerler pek çok beklenmedik olaya gebe, esin verici olacak ve başkalaşmış bir “ben” doğacak, öyle mi?… İşte bu araştırma pek de öyle olmadığını söylüyor bize, aslında tatilde çok da mutlu değiliz. (Yine de yaz tatilini şimdiden planlayalım biz olsun, dönüşte düşünürüz de diyebilirsiniz, gerçekten:))

Fakat şu bir gerçek ki, tarihte şimdiye kadar hiç bu kadar fazla kişi, bu kadar fazla şeyi, bu kadar kısa zamanda, bu kadar fazla istememişti. Arzularımızı yöneten İD* imiz hiç bu kadar şımartılmamıştı. (*Beynin duygusal tepkileri (İD) büyük ölçüde amigdala, rasyonel tepkileriyse prefrontal korteks tarafından harekete geçirilmekte)

Peki, sınırsız fırsat potansiyeli sınırsız seçenek şaşkınlığına dönüşmedi mi? Buna tepki olarak da özgürlükten çok dürtüyle davranmaya yönelik derin bir özlem doğmaya başlamadı mı bizler arasında? Akıl yerine duygulara uyma, kesin, basit, kolay ve edilgen ne varsa onları seçmeye yönelim oluşmadı mı? Yetişkin olmanın zahmetli sorumluluğu, çocukluğun kayıtsız şartsız sevilme, yiyip içme, ninni eşliğinde yatıp uyuma lükslerine yönelik derin bir özlem yaratmadı mı bizlerde?


Yani aslında düşününce çok da istenmeyecek şeyler değil, değil mi?

Filozof Julian Baggini çağdaş yakınmalar üzerine yaptığı araştırmada insanların en çok şanssızlıktan, kaderden ve kontrolleri dışında kalan şeylerden yakındığı sonucunu ortaya çıkarmış. Yani kısacası “Bunlar neden hep benim başıma geliyor?”, “Ondaki şans bende olsaydı var ya ohooo”, “Neden hep aynı kişileri çekiyorum ki ben?” “Ne yaparsam yapayım benim yöneticim böyle, onu değiştiremem ya!” gibi gibi gibi…

Yakınıyoruz yakınmasına ama aynı zamanda da unutuyoruz. Eh çok da zararlı bir şey değil unutmak, çünkü insan unutan bir varlık. Şimdiye kadar yaşadığım sıkıntıları nanosaniyede parmağıma batırarak aktarsalar, muhtemelen kalp krizinden ölebilirim. Yok ben almayayım:)

Buda’ya göre temel sorun hoşnutsuzluk ve tatminsizlik yaratan arzu ve isteklere saplanıp kalmayı teşvik eden cehalettir. Ve sorun cehaletse, çözüm de bilgi olmalıdır. Öyleyse kurtuluş içgörüde, kavramadadır. Anlamak, kurtuluştur. Dönüşüm, anlamanın ta kendisidir. Olmak, dönüşümdür.


Buda’ya ne kadar hak versek de, ondan alıntılar yaparak paylaşsak da aslında içten içe bildiğimiz, fakat kabullenmek istemediğimiz bir gerçek var. Dönüşüm ne çabuk, ne de kolay, öyle değil mi… Alışveriş merkezindeki yürüyen merdivenle bir üst kata çıkmak gibi değil yani.. Hatta uzun zaman görünmez bile değişim… İşin sırrı, mantıklı, tutarlı, açık ve faydalı davranışlar alışkanlığa dönüşene kadar ısrarcı olmakta. Yani “enerjik, kararlı ve azimli” olmaktır.

Buda’nın son sözlerinin “Tüm başarılar geçicidir. Sürekli çabalayınız” olmasının da amacı tam da budur.

Bu çok hassas bir denge ama…

Olmak istemek asla şunun gibi kesin olmuyor, olamıyor çoğu zaman “Yüz metreyi 8.35 saniyede koşmak istiyorum.” Bunun gibi bir şey olsaydı bunu bir gün başarabilir ve sonra istediğimiz şey olduğuna göre, o şeyi gerçekten istiyor olup olmadığımızı ve hayatımızı ne kadar anlamlı kıldığını görebilirdik. Ama “olmak istemek” böyle bir şey değil, öyle değil mi? Bir şey olmak istemek karakter özellikleriyle, duygularla, zihinsel ve entelektüel niteliklerle ilgili. İşte tam da bu yüzden belirsizdir ve hep devam eder. Peki biz fani insanlar ne yapacağız?

Asıl soru şu: “Olmayı arzulamıyorsak, kendi varlığımıza yatırım yapmayacak mıyız? Hiçbir şey üretmeyecek miyiz? Bir şeyler üretebilecek yeteneğimizi geliştirmeyecek miyiz? Çalışmayacak mıyız? Düşünmeyecek miyiz?” Tabii ki yapacağız! Kendime yatırım yapacağım ve yaratacağım! Hatta öyle güzellikler yaratacağım ki insanlar aşktan, sevgiden, huzurdan, heyecandan veya zevkten çok enteresan duygular yaşayacaklar.…Mutluluktan gözlerinizin dolması gibi biraz da…

17. yüzyılın Hollandalı filozofu Spinoza, güdülerimizi anlarsak onları kontrol edebileceğimize inanıyordu:

“Bir duygu hakkında açık bir fikir oluşturduğumuz anda ihtiras olmaktan çıkar”

demesi tam da bu sebepleydi.

Tabii ki 17. Yüzyıl Avrupası buna hazır olmadığı için, Spinoza sapkın damgası yedi. (Çağının ötesinde düşünen tüm büyük insanlar gibi...)

Spinoza’nın kendini eleştirenlere verdiği cevabı çok severim:

“Keşke yapmasaydım da bunları duymasaydım dediğim hiçbir şey yok.”

Bunu bilişsel psikolojide ve terapide oldukça yoğun fark edebiliyoruz. Çoğumuz hislerimizden kopuk yaşıyoruz maalesef. Nasıl hissediyorsun sorusuna “kötü” ya da “iyi” diyerek yanıt veriyoruz. Oysa ki “kötü “ ya da iyi” his değildir. Bizler büyütülürken anne babalarımız hislerimizi açıkça ifade etmediğinden ve öyle büyümediğimizden, birer yetişkin olduğumuzda ne hissettiğimizi gerçekten de adlandıramıyoruz. İşte bunu ilk farkettiğimde bana çok acı vermişti, çünkü gerçekten de anlamak istiyordum ben. Belki siz de öylesinizdir, ya da henüz farkında değilsinizdir.

En sevdiğim filozoflardan Schopenhauer de tatminsizliğimiz üzerine çok güzel söylemiş:

“İradenin arzuları sınırsız, talepleri sonsuzdur. Ve tatmin bulan her arzu yenisini doğurur. Dünyada mümkün hiçbir tatmin, iradenin özlemini gidermeye, sınırsız arzularına sınır koymaya ve yüreğindeki dipsiz kuyuyu doldurmaya yetmez.”

İlk gereken, kendini bilmeye yönelik zorunlu çabadır. Başkalarının hatalarını gayet açık görebilirken, kendimizinkilere kör baktığımız gerçeğini ne zaman farkedeceğiz? Ama bunun için de bir çaba gerek değil mi?

İnsan doğası anlamında kullanılan Latince sözcük “conatus” çabalama veya gayret anlamına geliyor. Bana göre çabamız: “Dikkat, uyanıklık, farkındalık, zihinsel faaliyet”.

İşyerlerinde artık yeniden yapılanma, yenilikçilik, esneklik, yetenek, eğitim ve hareketlilik kendi içlerinde iyi olarak büyük saygı görüyor. Bu durumsa eğitim programlarına olan ilgiyi arttırıyor. Fakat çoğu zaman çalışanlardan, gerekip gerekmediğine bakılmaksızın belirli eğitim kotalarını doldurmaları bekleniyor. Öyle değil mi? En son hangi eğitimden gerekten de “Vay be!” diyerek çıktınız?

'Umuttan yoksun olmak, umut kesmek değildir.'' – Camus

Eee peki biz ne yapalım? İnsan Kaynaklarına gitmiyoruz, yöneticimizle konuşmuyoruz, biz de çalışma arkadaşlarımızla bu olayları konuşup rahatlamaya çalışıyoruz. Fazla güçsüz de görünmemeliyiz bir de o var. Evde anne babaya da anlatamıyoruz derdimizi üzülmesinler diye, peki biz kime anlatacağız? Nasıl çözeceğiz bu problemleri o zaman? İçimize atarak çok üzgünüm ama hiç bir şeyi değiştiremeyiz. Zaman her şeyin ilacı derler ama eğer hiç bir şey yapmıyorsak kangren olma olasılığımız daha yüksek, çok üzgünüm. (Ben buradayım, her zaman anlatmak isterseniz dinlerim:)


Bizim bakış açımızı değiştirmeye ihtiyacımız var sanki biraz.

Seni anlamıyorlar mı? Sen çok da kendini suçlama. Bir şeyin güzelliğini hemen anlayamayabiliriz. Bir müziğin güzelliğini bile bazen yirmi kez dinledikten sonra anlarız, öyle değil mi? Özellikle karmaşık şeylerin güzelliklerini anlamak daha fazla zaman alabilir.

Anlaşılmak mutlu eder bizi çünkü, yalnız olmadığımızı hissederiz. Mutluluğun en büyük getirisi de kendisini hissetmekten çok, beraberinde getirdiği “olabilirliklerin” heyecanı değil midir? Dünya birdenbire zenginleşir, renkler daha parlak, sesler daha güzel gelir kulağımıza mutlu olduğumuzda. Her şey daha anlamlı, daha yabancı ve daha ilgi çekici görünür. Gözler daha net görür, zihin daha hevesle düşünür, yürek daha güçlü atar ve bunlar yaşamdan keyif almakta birleşir. Yaşadığımızı hissederiz!

“İnsan kendi doğası ve seçimlerinden tamamıyla sorumludur” - Sartre

Eh o zaman hadi, Sisifos olmaya meydan okuma zamanımız gelmedi mi? Belki geldi de geçiyor, ama önce o yuvarladığımız kayadan kurtulmak gerek belki de.

Tüm kahramanlara ithafen…

Sevgilerimle,

Gizem

PS*: 30 Mayıs'ta sizi enteresan bir deneyime davet etmek istiyorum. Dreamcather Workshop, sizler için tasarladığım doğa ve yaratıcılığımızı keşfedeceğimiz bir etkinlik olacak. Bilgi için gizemsahan@gizemsahan.com a mail atmanız yeterli:)

PS: TED me serimizin bu videosunda eminim ki karar alma mekanizmalarımız hakkında çok aydınlatıcı bilgilere kavuşacaksınız. Ben muhteşem bulmuştum:) Aynı zamanda diğer ilham verici videolara da web sitemde bu linkten ulaşabilirsiniz.



Recent Posts
Follow Me
bottom of page